Her medeniyet bir hicret ile doğar; hicret olmadan Medine, Medine olmadan medeniyet olmaz. Yeryüzünün şahit olduğu ilk medeniyet, insanlığın ilk atası Adem ile başlamıştı. Hz. Adem, Havva annemizle cennetlerinden çıkarıldıkları zaman, hicret onlarında kaderi olmuştu ve Adem ile Havva kendi cennetlerinden, bu dünyaya hicret etmişlerdi. İnsanlığın ikinci atası olan Nuh bir hicret ile yeryüzünde yeni bir medeniyetin inşasına başlamıştı. Musa hicret ile İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmış, Yusuf bir hicret yolcuğu ile kuyulardan saraylara, zindanlardan iktidara ulaşmıştı. Her peygamberin hayatında hicretin yeri vardı. Sözün Sultanı olan Efendimiz bunu; “Hicret etmeyen hiçbir elçi yoktur” ifadesi ile açıklayacaktı.
Hicret söz konusu olunca hidayet önderleri olan peygamberler içerisinden, Hz. İbrahim (a.s.) ile Efendimiz (a.s.) biraz daha fazla öne çıkarlar. Çünkü; İbrahim hicretin babası, Hacer hicretin anası, İsmail ile Muhammed (s.a.v.) ise hicretin meyveleridir.
Hz. İbrahim önce Nemrud’un zulmünden dolayı Harran’dan Mısır’a gelmiş, orada hicretin anası olan Hacer’i kazanmış ve Filistin’e hicret etmişti. Hacer tevazusu ve beklentisizliğiyle İbrahim gibi bir Peygamber’e eş olmuş, İsmail gibi bir çocuğa ana olmuştu. İsmail 100 yaşındaki İbrahim’in evinde bir çiçek gibi açınca, hanım Sare kıskanmış ve eşine; “Ey İbrahim! Bunları buralardan götür” demişti. İbrahim genç Hacer’i ve kundaktaki İsmail’i alıp kuş uçmaz kervan geçmez, toprağında tek bir ot bitmez, suya hasret coğrafya olan Mekke’ye getirmiş, oraya bıraktıktan sonra, arkasına dahi bakmadan çekip gitmek istemişti. Hacer ana bir Mekke’nin volkanik kayalarına, bir kundaktaki yavru İsmail’ine bakmış ve “Ey İbrahim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun” demişti. İbrahim o merhametin babası olan yüce insan hiçbir şey söyleyemeden, kelimeler boğazında düğümlenerek, ancak; “sizi Allah’a bırakıyorum” deyivermişti. Hicretin gelini Hacer; “eğer Allah’a ise yürü ey İbrahim, sen bak işine… Allah sana böyle yapmanı istediyse elbette bunda bir hikmet vardır” demişti. Hacer ana işin en başında işte böyle teslim olmuştu. O ne gelirse başa Allah için rıza göstermeye söz vermişti. Ama Hacer’in teslimiyeti bizim anladığımız teslimiyet anlayışından oldukça farklı idi. Bu teslimiyet, içerisinde say yani gayret olan ve tedbir olan bir teslimiyetti. Bu teslimiyet eldeki tüm imkanların son noktaya kadar kullanılmasını, ancak işin sonunu Allah’a havale edilmesini öğütleyen bir teslimiyetti. Bu teslimiyet kul üzerine düşeni yapsın ki, Allah’ta yetişsin, bittim desin ki, Allah’ta yettim desin, teslimiyeti idi.
Hacer ana giden İbrahim’in arkasından gözyaşları dökmüş, ama yerinde dur(a)mamıştı. Teslim olduğu Allah’ın kendisini bu ıssız vadide yalnız bırakmayacağını bilmiş, teslim olduğu otoritenin kendisine rahmet edeceğinden şüphe duymamış, bunun için bir say, bir gayret ortaya koymanın bilincine ermişti. Hacer ana Safa ile Merve tepelerinin arasında koşuyor, kundaktaki İsmail’ine su bulmak için gayret gösteriyordu. Bu gayret Allah’ı hoşnut ediyor, bu gayrete melekler imreniyor ve alkış tutuyor, bu gayrete ödüller yağıyordu. Hicretin nazlı gelini Hacer’in gayreti zemzem oluyor, Kabe oluyor, Hicaz oluyor ve koca bir medeniyet oluyordu. O gün Hacer’in gayreti Mekke’nin toprağına bir tohum ekmişti. O tohum yetişecek Adnan olacak, Mudar olacak, Kinane olacak, Fihr/ Kureyş olacak, Kilâb olacak, Haşim olacak ve anası Hacer’in kendilerine hediye ettiği kaybolan zemzemi bulmaya girişen Abdulmuttalib olacaktı. Ama daha asıl olacak olan olmamıştı. Daha o tohum tam olarak meyvesini vermemişti. O meyve Abdulmuttalib’in en küçük oğlu Abdullah ile Amine’den olacaktı. Tohumlar meyveye duracak, cihan beklediği sultana kavuşacaktı.
Sultanlar sultanı Muhammed (a.s.) miladi 610 yılında, 40 yaşında iken risalet ile görevlendirilince, daha ilk gün Mekke’nin bilgini olan Varaka ibn Nevfel’den kader çizgisinde hicretin olacağını öğrenmişti. Daha sonra gelen ayetler ve geçmiş peygamberlerden bahseden kıssalar nazil oldukça, Efendimiz (a.s.) medeniyetlerin inşası için hicretlerin şart olduğunu görecekti. 13 yıl Mekke’de imkanlarının tamamını tüketircesine gayret gösterecek, bittim dediği yerde de imana yeni bir vatan arayacaktı. Kul biterse, Allah yeterdi; ve biten Muhammed’e Allah Yesrib’i iman yurdu edecekti. Artık yol gözükmüş, hedef belirlenmişti. Yolun rehberi olan Muhammed (a.s.) yürümeliydi. O da arkasına bakmadan Hacerî bir teslimiyet ile yürüyordu. Çünkü medeniyetler ancak yürümekle inşa edilebilirdi.
Yatanlar medeniyeti tüketir, yürüyenler ise medeniyetin mirasını üretirlerdi.
1439. yılın bu ilk gününde yürüyenlerden olma duası ile…
Muhammed Emin Yıldırım
Hicret; Teslimiyet ve Tedbir
Muhammed Emin YILDIRIM